Gençlerimiz zorlu yükseköğretimi bitirdikten sonra devlet kapısında işe girmek isteyenler için aşmaları gereken bir de KPSS engeli var. Talebin çok ve kontenjanların az olması hasebiyle KPSS sınavından çok yüksek puan alındığı takdirde devlet kapısı açılıyor. Öyle ki ÖSYM verilerine göre üniversite mezunların % 1,65’ kamuya atanıyor. Yani her 100 gençten 2’den daha azı devlet kapısında iş bulabiliyor. Hayatın gerçeği bu iken çocuklarımızı Anadolu liselerinin, üniversitelerinin ve KPSS sınavlarının önünde yığmanın ne gereği var?
Ülkemizde 1960’lı yılların sonlarından itibaren daha iyi şartlarda yaşamak ve çocuklarını daha iyi bir gelecek hazırlamak için yatağı ve yorganı sırtına alan büyük şehirlerin yolunu tutmaya başladı. Köyden gelen vatandaşlarımız başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir ve diğer büyük şehirlerin banliyolarına yerleştiler.
Büyük şehirlere göç eden birinci nesil insanlar inşaatlarda, fabrikalarda ve diğer bulabildikleri işlerde çalışmaya başladılar. Genellikle beden gücüne dayalı ağır işlerde çalıştılar. Bu insanlar, SSK hastanelerine gittiklerinde beyaz önlüklü doktorların hastaları muayene ettikleri gördüler. Okullara gittiklerinde takım elbiseli öğretmenlerin sınıflarda öğrencilere ders verdiklerini gördüler. Yeni doğan çocuğuna nüfus cüzdanı çıkarmak için gittikleri nüfus müdürlüğünde masada çalışan memurları gördüler. Bu işlerle kendi işini karşılaştırdı ve zihninde şu düşünce oluştu; “Ben sıkıntı çektim. Çocuğum da benim gibi sıkıntı çekmesin. Doktor olsun, mühendis olsun, hâkim olsun, savcı olsun, öğretmen olsun, hemşire olsun, bunları olamıyorsa bari masa başında çalışan düz memur olsun.”
Büyük şehirlere ilk göç eden bu birinci kuşak, şu an 80 ve üzeri yaş grubudur. Bu insanların birçoğu bugün aramızdan ayrılmıştır. Bugün birinci kuşağın çocukları 55 yaş ve üzeri olan ikinci kuşak, babalarına göre daha iyi koşullarda yaşadılar ve daha iyi işlerde çalıştılar. İkinci kuşağın çocukları üçüncü kuşağı oluşturmaktadır. Bu kuşak 30 ve üzeri yaş grubudur. Bu kuşak günümüzde ilkokul ve ortaokul öğrenci velilerinden oluşan popülasyon içindedir.
Eğitim sistemimizin üç temel sac ayağı; öğretmen, program ve velidir. Eğitim ve öğretim hizmetlerini yürütmekle görevli olan öğretmenlerin mesleki ve bireysel gelişimleri kanuni düzenlemelerle ve hizmetiçi eğitimlerle yürütülmektedir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeliyle öğretim programları günümüzün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde değiştirildi. Ancak eğitim sistemimizin ayrılmaz bir parçası olan velilerimizin düşüncelerinde, tüm bu olumlu değişmelere rağmen farklı bir bakış açısı oluşmamıştır. Değişmeyen tek şey ise veli düşüncesidir.
Yüce Yaratıcı, insanoğlunu farklı meziyetlerde yaratmıştır. Eğitim ise her bireyde farklı bulunan yetenekleri keşfeder ve bu yetenekleri faaliyetler ve etkinliklerle geliştirir. Her çocuk biriciktir ve özeldir. Her bir çocuk kendi bütünlüğü içerisinde değerlendirilmelidir. Çocuklarımızı başka çocuklarla kıyaslamak asla doğru değildir. Bir öğrenci matematik dersinde düşük puan aldıysa o öğrenci başarısız değil matematiğe yeteneği ve ilgisi yok demektir. Velilerimiz çocuklarını olduğu gibi kabul etmelidir.
Velilerimiz, çocuklarının ilgi ve yetenekleri doğrultusunda iş piyasasının nitelikli iş gücü ihtiyacı olan elektrikçi, mobilyacı, motorcu, tesisatçısı, seramikçi, aşçı, terzi, kalıpçı, kaynakçı gibi bir meslek sahibi olmasına sıcak bakmıyor. Bugünkü velimiz, yarım asır önceki dedesiyle aynı perspektife sahip. Velimiz; “ Benim çocuğum doktor olsun, mühendis olsun, hâkim olsun, savcı olsun, öğretmen olsun, hemşire olsun, bunları olamıyorsa bari masa başında çalışan düz memur olsun.”
Velilerimiz böyle düşünüyor ama hayatın gerçeği bize ne diyor acaba? Gelişmiş batı ülkeleri ve ABD başta olmak üzere dünyanın hiçbir yerinde her çocuğun doktor, mühendis, öğretmen, savcı gibi toplumda statüsü yüksek meslek sahibi olduğu bir yer yoktur. Toplumun ihtiyaçları çok çeşitlidir ve bu ihtiyaçların giderilmesi için farklı türden meslek sahiplerine ihtiyaç duyulmaktadır. Örneğin bu sıcak havalarda klimanız veya buzdolabınız bozulduğunda servis çağırdığınızda size en erken bir hafta sonrasına randevu oluşturuyorlar. Çünkü işletmelerde nitelikli iş gücü sıkıntısı çekiliyor.
Hayatın bu gerçeğini bir de sayısal verilerle açıklayalım. Kamu kurum ve kuruluşlarının boş kadrolarına atanmak isteyen adaylar KPSS puan üstünlüğüne göre ÖSYM tarafından kamuya yerleştirme işlemi yapılmaktadır. ÖSYM’nin resmi web sitesinde son üç yerleştirme döneminde kamu kurum ve kuruluşlarının kadro ve pozisyonlarına yerleştirme sonuçlarına ilişkin sayısal verilerine göre kamuya atanmak için tercih yapan lisans mezunu adaylardan sadece ve sadece % 1,65’i kamuya atanmıştır.
Görüldüğü üzere lisans mezunu adaylardan kamuya atanabilmek için tercih yapanların % 98,35’i açıkta kalıyor. Bu gerçeklik karşısında velilerimiz, ortaokulu bitiren çocuğunu ne olursa olsun mutlak suretle Anadolu lisesine kaydettirme ısrarından vaz geçmelidir. Ortaöğretimden sonra da ne olursa olsun mutlaka bir üniversite okusun sevdasından da vaz geçmelidir. Organize sanayi bölgelerinde ve diğer yerlerde bulunan işletmelerin nitelikli iş gücüne çok ihtiyaçları vardır. Fakat piyasada kalifiyeli insan kaynağı bulunamıyor. Ülkemizin nitelikli iş gücü çerçevesinde öğrencileri; ilgi, istek, yetenek ve kişilik özelliklerine göre meslek liselerine, MESEM’lere, mesleki eğitim merkezlerine ve meslek yüksekokullarına gönderebilmeliyiz. Anadolu liselerinin önünde, üniversitelerin önünde ve nihayetinde KPSS’nin önünde milyonlarca gencimizi yığmanın bir anlamı yoktur. Velilerimiz artık hayatın bu gerçeği karşısında duygularıyla değil aklıselimle hareket etmelidir. Çocuklarının tercihlerini öğretmenlerin ve yöneticilerin tavsiyeleri doğrultusunda yapmalıdır.
Gençlerimizin geleceğe umutla bakabilmeleri için başta ebeveynler, eğitimciler olmak üzere toplumun tüm kesimleri katkı sunmalıdır. Onlar bizim geleceğimizdir. Gençler yarınların büyük ve güçlü Türkiye’nin umududur ve gülen yüzleridir.
Yıldırım DEMİRCİ